pen36 header icon36

Thursday, 19. May 2005

Yönetim Dersleri

Yönetim dersleri 1:
Bir gün bir tavşan, ağaç dalında boş boş oturan
baykuşa sordu:
-Senin gibi bütün gün boş boş oturabilir miyim?
-Tabii, neden olmasın.
Tavşan da öyle yaptı.
Birdenbire bir kaplan ortaya çıktı ve tavşanı yedi!
Boş boş oturmak için çok çok yüksekte oturuyor
olmanız gerek...


Yönetim dersleri 2:

Hindi: Şu ağacın en üst dalına çıkmak istiyorum ama
hiç gücüm yok...
İnek: Neden benim dışkımdan biraz yemiyorsun?
Onlar besin deposudur.
Hindi bir parça dışkı yedi ve gerçekten bunun İlk
dallara ulaşacak kadar enerji verdiğini farketti.
Ertesi gün biraz daha yedi ve ikinci dala ulaştı.
Birkaç gün sonra ağacın en üstüne çıkmayı başardı.
Aniden bir çiftçi ağacın tepesindeki hindiyi farketti
ve onu vurdu.
Bok yemek sizi en üste çıkartabilir. Ama orda kalmanızı
sağlayamaz...


Yönetim dersleri 3:

Vücut ilk kez bina edildiğinde hangi organın müdür
olacağı tartışması başlamış.
Beyin, vücudun bütün işlevlerinin kendisine bağlı
olduğunu, o olmazsa vücudun yaşayamayacağını söylemiş.
Ağız, yemek yemezse vücudun açlıktan öleceğini
söylemiş. Eller, dışarıdaki bütün işi yapanın
kendisi olduğunu söylemiş. Birden göt ortaya atlamış
ve müdürün o olması gerektiğini söylemiş.
Bütün organlar ona gülmüş.
Buna kızan göt faaliyetlerini durdurmuş.
Bir gün, iki gün derken organlar artık dayanamamışlar.
Ve göt müdür olmuş.
Müdür olmak için beyne sahip olmanız gerekmiyor.
Herhangi bir göt bunu yapabilir.


Yönetim dersleri 4:

Küçük bir kuş kışı geçirmeküzere güneye gidiyordu.
Hava çok soğuktu ve kuş donarak yere düştü.
Yerde öylece yatarken bir inek geldi ve üzerine
bir parça dışkı bıraktı.Donmak üzere olan kuş d
ışkının sıcaklığıyla ısındı. Çok mutlu oldu, neşe
içinde şarkı söylemeye başladı. Ordan geçmekte olan
bir kedi kuşun sesini duydu. Onun nerde olduğunu
keşfetmekte geçikmedi. Kuşu dışkıdan sıyırdı ve yedi!

Üzerinize mok atan herkes düşmanınız değildir!
Sizi moktan kurtaran herkes dostunuz değildir!
Mokun içine düştüyseniz çenenizi kapalı tutun!

...

SEVGİ DUVARI

sen miydin o yalnızlığım mıydı yoksa
kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi
dilimizde akşamdan kalma bir küfür
salonlar piyasalar sanat sevicileri
derdim günüm insan içine çıkarmaktı seni
yakanda bir amonyak çiçeği
yalnızlığım benim sidikli kontesim
ne kadar rezil olursak o kadar iyi

kumkapı meyhanelerine dadandık
önümüzde altınbaş altın zincir fasulye pilakisi
aramızda görevliler ekipler hızır paşalar
sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri
çöpçülerin elleriyle okşardın beni
yalnızlığım benim süpürge saçlım
ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi

baktım gökte bir kırmızı bir uçak
bol çelik bol yıldız bol insan
bir gece sevgi duvarını aştık
düştüğüm yer öyle açık seçik ki
başucumda bir sen varsın bir de evren
saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi
yalnızlığım benim çoğul türkülerim
ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi

Can YÜCEL


Aşk olsun sana Can Baba, aşk olsun...

Mantıklı ve Yasal

Üniversite son sınıf öğrencisi yazılı sınavından
kalınca doğru hocasına gider.
- Siz beni sınıfta bırakarak hayata atılmamı
önlüyor ve beni cezalandırıyorsunuz.İşin bu yanını
hiç düşündünüz mü?..

- Tabi düşündüm. hocanın görevi bilgiyi ölçmek ve
yeterli olmayanı sınıfta bırakmak değil mi?

- İyi... O zaman size bir teklifim var.

- Bir soru da ben size soracağım. Doğru cevabı
verirseniz ben kötü notumu kabul edip sınıfta kalacağım.
Bilemezseniz notumu düzeltecek ve sınıfı geçireceksiniz.

Hocanın keyfi yerinde.. Teklifi kabul eder ve öğrenci sorar:

- "Yasal olup mantıklı olmayan nedir? Mantıklı olup,
yasal olmayan nedir? Ve de ne mantıklı ne de yasal
olmayan nedir?

Hoca uzun uzun düşünür ama cevabı bulamaz. İddaa
gereği öğrencisine iyi not verip sınıfı geçirir...
Ama aklı hala sorudadır. Sonunda sınıfın en iyi
öğrencisini çağırır, olayı anlatır ve sorunun
yanıtını bilip bilmediğini sorar. Öğrenci hemen cevap
verir:

- "Siz 65 yaşındasınız ve 25 yaşında bir kadınla
evlisiniz Bu yasal ama mantıklı değil. Karınızın 25
yaşında bir sevgilisi var. Bu mantıklı ama yasal değil.
Siz karınızın sevgilisini, zayıf alıp sınıfta kalması
gerekirken iyi not verip mezun ediyorsunuz.
Bu ise ne mantıklı ne de yasal "

PORNO

boybos tamam ağzı bütün diş
tevahür bir kadın bol memeli
hayli genç kız dudağı çiğnemiş
çok erkek ağzına girmiş dili
yüksekkaldırım'da fahişeymiş
şaşı mustafa'nın yalancısıyım

hüneri dört kişiyle sevişmekmiş
ikisi kadın olacak ince belli
yok canım yoksulluktan düşmemiş
yaradılışı kahpe ruhu işveli
galiba hiç kimse başedememiş
şaşı mustafa'nın yalancısıyım

gözlüklü bir velet aklını çelmiş
şiir meraklısı biraz fakülteli
artık sabah akşam yolunu gözlemiş
mübarek kadın değil gözyaşı seli
gelince sanki oğlunu severmiş
şaşı mustafa'nın yalancısıyım

anlayamadım gitti bu nasıl iş
bre bunlardan hangisi deli
hangisi hangisinin kanına girmiş
kim kimin neresine kilitli
bu filmi kim yazmış kim çevirmiş
şaşı mustafa'nın yalancısıyım

Atila ilhan

19 Mayıs ve Bağımsızlık

19 Mayıs Atatürk’ün Samsun’a ayak bastığı gündü.
Kurtuluş Savaşı’nın başladığı gün.
O sırada İstanbul işgal altındaydı.
Saray eğlencelerinde, İstanbul sosyetesinin şaşalı gecelerinde işgalci konuklara İngiliz viskisi, Fransız şarabı ve yanında da garnitür olarak koskoca bir ülke; Türkiye armağan ediliyordu.

Orkestra çalıyor, cırtlak sesli bir kadın şarkıcı bozuk aksanıyla bir Fransız şarkısı söylüyor, orospunun biri ecnebi diplomatın kucağında kikirdiyor, işbirlikçi koca göbekli tüccar tayfası işgal kuvvetlerine bir şeyler satıp para kazanmaya uğraşıyor, sosyetenin gerdanlı hatunları ise İngiliz, Fransız zabitlerinin kollarında dans edip isterik kahkahalar atıyordu.
İki adım sola bir adım sağa.
Her dansın sonunda bir ihale, bir makam alınabilirdi.
En yüksek rütbeliyi kim kaparsa avantaj sağlayabilirdi.
Serbest rekabet bunu gerektirirdi!
Halk ise işgalcinin postalları altında eziliyordu.
Boğazın suları bu kahpeliğe ağlıyordu.
Anadolu ise kıpır kıpır.
İstanbul’un arka sokaklarında, dip bucak köşelerinde, aysız gecelerinde insanlar koşturuyordu.
Mavnalar karanlıkları yarıyor, silahlar Anadolu’ya akıyordu.
***

Savaşıldı.
Ve kazanıldı.

Yoklukla, yoksullukla, ölümüne, ama bağımsızlık ruhuyla.
İstanbul “soyluları” soylu biçimde memleketi satarken, atalarımız asil bedenlerini memlekete ve satılmışlığa siper etti.

Soylular!
Soyuna sopuna tükürdüğümün soyluları!
Üç parayı gördümü memleketi de donlarını da satarlar!
Ve Sakaryalardan...Ve Afyonlardan, büyük muharebelerden... Geldik bugüne...
Telekom satılık! Yabancı sermayeye...Yanında sahiller hediye!

Oysa bir telgraf manyetosu, bir telefon binasını ele geçirmek için ne canlar verilmişti!
Tüpraş gitti gidiyor. Petkim sırada.
Ve Karabük Demir Çelik. Ki, bölgenin en büyük demir çelik işletmesidir; şimdi mezat masasında.
Bankalar bir bir pazarlanıyor.
Tütün memleketi ülkemizde yerli tütüne ambargo uygulanırken, Amerikan sigara tekelleri fink atıyor.
Şeker pancarına kota. Ne var canım, şeker lazımsa satar bize Amerika!
Üstelik verdikçe emperyalizm azıyor.
İncirlik’te Amerikan savaş uçakları, Amerikan bombaları.
Yetmez! Trabzon, Sinop, Samsun. Evet, Samsun’u da isterim diyor.

İşte o sırada İngiliz kurşunuyla şehit düşmüş atamız, Fransız’a kurşun yağdırmış Antepli Karayılan başını topraktan kaldırıp soruyor:
Biz bu savaşı neden yaptık?
Ah! Biz o savaşı yaptık da, işbirlikçi “soyluları” bıraktık!
Ama bilinmeli ki, elbette işgale karşı savaşmak boşa gitmedi.
O sevda halkın yüreğine yerleşti.
Duyuyor musunuz dipten gelen yeni bağımsızlık türkülerini?

Yücel SARPDERE

Muhabbet

Delikanlı sevgilisini aksam eve bırakır. Evin önünde masum bir fısıltıdan sonra ateşlenir. Bir elini duvara dayayarak
- "Beni bir öper misin"..
Kız:
- "Deli misin evin önünde annemler görür" der..
Erkek:
- "Ne olacak canım bu saatte kim görecek, ne olur seni çok seviyorum..."
Kız:
- "Ben de seni ama olmaz..."
Erkek çok ateşli tabii devamlı ısrar eder. Bir ara aniden merdivenlerin ışığı yanar ve kızın küçük kız kardeşi belirir.
Küçük kız:
- "Babam dedi ki öpecekse öpsün, öptürecekse öptürsün yoksa kendisi gelecek öpecekmiş, ayrıca o hayvan oğlu hayvana da söyle elini diyafonun düğmesinden çeksin dedi"

Wednesday, 18. May 2005

Dişçi

Orta yaşli yakişikli, barda yalniz basina oturan fevkalade sarişinin yanina oturmuş.. Laf lafi, laf kapiyi açmiş tahmin edersiniz.
Soyunmuşlar.. Bembeyaz çarşaflarin uzerine uzanirlarken seksi sarişin sormuş:
- Siz dişçisiniz galiba..
- Evet demiş adam, biraz saskin..
- Nerden anladiniz?..
- Yatağa girmeden önce ellerinizi ne kadar dikkatle, ne kadar titiz sabunladiniz, ona dikkat ettim de.."
Yarim saat sonra, seksi sarişin bir daha mirildanmiş:
- Siz sadece dişçi degil, çok büyük, çok usta bir dişçi olmalisiniz!..
Adam hafiften kasilmiş.. Yatağin basucundaki sigara paketine uzanirken mağrur mağrur sormuş:
- Peki bunu nerden anladiniz?..
- Zor olmadi, hiçbir sey hissetmedim de..

Tuesday, 17. May 2005

Bitme

-Suna için-

Bitme, bak, içtim, yürüdüm, kederlendim
Denize girdim, üşüdüm, sana geldim.

Düş bitmeden sen bitme.
Bitmeden sevgi gitme…

Bitme! Bak, koştum, savruldum, hep örselendim.
Cıgara ziftlendim, ille de seni sevdim.
Uzaklarda öyle çok kederlendim.

Günler bitmeden bitme.
Bitmeden hasret gitme…

Bu yangın geceler, bu intihar.
Gidersen paramparça yüreğimde ağıtlar!
Bu dolunay gecenin göğsünü yarar.
Benim göğsümde de sana geniş bir yer var.

Düş bitmeden sen bitme.
Bitmeden sevgi gitme...

Yılmaz Odabaşı

( Bu senin için kürdün kızı...)

Demek istediklerim bunlar değildi

Bugün 16 Mayıs, meteoroloji kayıtlarında her yıl Filizkıran Fırtınası diye geçer; ama bundan da önemlisi Hasan Hüseyin Korkmazgil'in adını bu fırtınadan alan şiiri "sapsarı karanlıkta yerler bahar ölüsü" diye biter... Aslında bu hafta yazma hevesimde tık yok. Ne halt edeceğim bilemiyorum. Yazacak bir şeyler bilsem, vallahi de billahi de yazacağım ama aklıma gelmiyor; aklıma nedense hep yazılmayacak şeyler geliyor. Bazen canım, resim yaparcasına dizginsiz yazmak istiyor.

Çünkü gece... Ve onuncu kat penceresinin ardındayım. Şu yıldızı, adını bilmiyorum, gezegenin her yerinden görüyorlardır... Karanlığı aydınlatamayan mütevazı mavi ışığında mutlaka bir felsefe buluyorlardır, yani ışığı her göz kırpışında... Lakin ben burada klavyemle bir başıma tıkırdıyorum, yorumsuz: Belki de kelimelerden yorulmuş ve yoğrulmuş bir resim çiziyorumdur. Belki de renklerin yerine kelimeleri mıncıklayıp yalanıma ortak bir tabloyu kaleme alıyorumdur. Apartmanların kuytu kovuklarından gelen fırtına habercisi uğursuz rüzgar uğultusunun tacizinde, Gece Karanlığında Camın Arkasında Filizkıran Fırtınasını Bekleyen Bir Aydın Namusu'nu koruyorumdur; son politik gelişmelere bigane... "Namus?" Ne riyakar kelime! Artık eskisi gibi değiliz. Zira yıllardır hep Filizkıran Fırtınasına maruz kaldık. Önce buna bir mim koymalıyız. Ama belki de çaresizlikten, böyle diyorumdur. Çaresizlik ve cesaret... İkiz sözcükler... Çaresizlik nedeniyle her bir şeyi göze almak cesarettir... Cesaret ise, elbet çare yaratmaktır, başka bir şey değil; ama konu bu değil. Konumuz, konusuzluk... Nerede kalmıştım? Kapkara karanlıkta mı, suspus suskunlukta mı? Suskunluğumuz, söylediklerimize kulak asılmayışından mı; yahut yine bir Fırtına öncesinde oluşumuzdan mı?

Şimdi demek ki kendimce suskunluğu bozmamak, bir şey söylememek için yazıyorum; işte öylesine. Sahi bazen siz de böyle yapmıyor musunuz? Aslında bazen bir şey söylememek için konuşuyoruz; yazıyoruz. Çünkü konuşmazsak yazmazsak, biliyoruz ki, belki de söylenmemesi gerekeni söylemiş olacağız; "hakikat"ten çalacağız. Hırsız kemanlar da sözcüklerimi çalıyor Vivaldi çapkınlığında ve ben yine susuyorum işte. Herkes gibi ben de sarsıntısını bekliyorum şiddetini bilmediğim toplumsal bir zelzelenin; ve kımıltısız bir zelzelenin vesvesesinde, allegro rehavetteyim sakin mi sakin... (Üstüme gelmeyin, hiçbir şey demek istemedim; şu an kendi halimde müzik dinlemekteyim!) Çünkü şimdi saat gece yarısı biri üç geçiyor. Geçen zaman değil de saatin tik takları canıma tak ediyor. Tik takları duymazsam fark etmiyorum, ama vallahi zaman çaktırmadan geçiyor. Masada tuzluk gözümde gözlük; tuza tuz göze göz mavalımda; sandalye masasız oturmuş ööööyle bakıyor: Ve hakikatlerim değil inanın ki, sadece masamın üzerinde eksik bir kadeh beni böyle yer ile yeksan ediyor. Şimdi yine, hep böyle şimdi yine, gözleriiiiiim yanıyor. Gözlerim şimdi efendim, yani iğne iğne susuyor. Susuyor gözlerim efendim, gözlerim kusuyor. Emsaline meftunmuş lakin mahcupmuş neye yarar? Kabuksuz yaralarım kanıyooor, kanıyor ve itham ediyor hala anılarımı... Başka sesler mi çınlıyor suskun gözlerimde, puskun göz bebeklerimde? Birisi gaipten mi gelmiş yoksa diğeri kaulü beladan, belaların katmerlisinden ha bire kaçıyormuşuz ya peşimize bakarak, bir de peşimize takılmış geçmişimizle avunarak; avanak takazalardan peki neden hep böyle maraza çıkıyor?

Gözlerim niçin mi susuyor? Madem ki insanın özü sudur ve gözyaşı dahi sudur; gözyaşı öyleyse her insanın özsuyudur. Göz pınarlarını doldur doldurabildiğin kadar... Çünkü "severim fırtınanın her türlüsünü" demiştir şair ve bakın dışarıda yine Filizkıran Fırtınası var. Elbette bunlar değildi demek istediklerim; heyhat bütün kuru sözlerim bu demek istemediklerim üzerine kuruldu ve...



16.5.2005

melihpekdemir@birgun.net

Çekip gidene

Gitti.
Ayrıldı aramızdan o.
Son kez bakıştık el sıkışmadan.
Usulca kapandı arkasından kapı.
Unuttuk.

Ne bir ses,
Ne bir anı.
Ne elimizden tutmuş olması bir zamanlar,
Ne de yürümüş olması önümüzde
   açıp göğsünü
      türküler söyleyerek.

Gitti o.
Silindi gölgesi evimizin önünden.
Ve daha o an,
Unuttuk.

Nede olsa biz,
İş güç sahibi adamlardık.

M. Ender Öndeş,  1988

Monday, 16. May 2005

Bir Liseli Silüeti

-irem için-

Hayat hattında acemi tayfalardık.
Ne avunduk sevinç müsveddeleriyle;
aşktan ikmale kaldık...

Bak her sabah bağıran yeni sabaha,
artık iklimler değişmiş, kuşlar da gitmiş,
tenimde eski ateş, gözlerimde fer bitmiş;
heybetli dağlar arasında
göğümde yıldız yitmiş...

Sen
hâlâ
anılarımın
en
beyaz
yanısın.
Sen, buğulu bir camın ardından izlediğim hayatın
yarısısın...
Sen, sağanakla gelen sabahlarda çok eski…
Çok eski bir şarkının adısın.

Daha adamlar şehirlere otomobillerle,
geceler anılarla birlikte gelir.
Silûetin giderek uzaklaşır, düşler de kilitlenir
ve efkârım bir yaralı ayrılıktan beslenir.

Kimse bilmez,
yıllar yılı hep aynı beyazla gezmek nedendi?
Olsun,
4 yıl seni özleyerek yaşlanmak da güzeldi!

Çünkü sen, buğulu bir camın ardından izlediğim hayatın
yarısısın...
Sen sağanakla gelen sabahlarda çok eski…
Çok eski bir şarkının adısın.

Yılmaz Odabaşı


(2 kelimesini değiştirdim bu şiirin,kimse bana kızmasın en başından özür dilerim...)

Öpüş

Bizdeki kahvelerden hiçbirinin tarihinde, öpüş üstüne yazılmış bir yazının yüksek sesle güle eğlene okunduğunu sanmıyorum.
Bu tür hafiflikleri oldum bittim yakışıksız bulan geleneksel ağırbaşlılığımızla, asık suratlılığımızın ise; üretimin artmasına fazla bir katkısı olmamalı ki, geçim koşullarının gün günden ağırlaşmasından hepimiz yakınıyoruz...
Belki de başların ağırlığıyla geçim koşullarının ağırlığı arasında, gizli bir orantı vardır. Koşullar ağırlaştıkça başlar ağırlaşmakta; ağırbaşlılık çoğaldıkça da, koşulların eziciliği yoğunlaşmaktadır.
***
Koşulları bir anda hafifletmek kolay olmadığına göre, acaba daha önce başlarımızı hafifletmeye kalksak; sırtımızda, suyumuzu çıkaran yaşam yükünü de, dolaylı bir biçimde daha çekilir bir hale getiremez miyiz?
Sürdüregeldiğimiz ağırbaşlılık, şimdiye dek, belimizi büküp duran sıkıntı hamallığından bizleri kurtaramamıştır.
Öyleyse...
Öyleyse kahvelerde öpüş üstüne yazılmış yazıları, güle eğlene yüksek sesle okumaktan korkmayalım...
Varsın ağır olamadığımız için, kimse bize molla demesin...
Ve dostlar zincirleme bir keyifle "İşte geldik gidiyoruz, yaşadığımız yerler şen ola..." desin.
***
Dr. Gibbons, öpüşün bilimsel tanımlamasını şöyle yapıyor:
- İki "orbicularis oris" adalesinin gerilerek üst üste gelmesidir...
Bu tanımlamaya göre, "orbicularis oris" adaleleriniz, gerilir de üst üste gelirse, anlayın ki birini öpüyorsunuz...
Dudaklarına doğru yaklaştığınız biri, sizin kendisini öpmek istediğiniz kuşkusuna kapılır da, yüzünü bir o yana, bir bu yana çevirmeye kalkarsa:
- Ben seni öpmeye çalışmıyorum, sadece "orbicularis oris" adalelerim gerilerek üst üste geldi, diyebilirsiniz.
Bu açıklamayı duyunca, o da başını sağa sola oynatmaz ve gerilerek üst üste gelen "orbicularis oris" adalelerinizin gevşemesine yardımcı olur.
***
Goldoni:
- Bir kadın öfkeliyken, dört küçük öpücük yeter onu yumuşatmaya, diyor.
200 yıl öncesi Venedik'in, çıtırlı pıtırlı çapkınlıkları içine doğmuş olan Goldoni; bilmesine bilir bu tür reçeteleri ama, dünyamız o zamandan bu yana öylesine değişti ki, bir kadın öfkesini yatıştırmak için, dört küçük öpücüğün yetmesi şöyle dursun; bazen dört kürk, iki pırlanta, bir araba; bazen de dört sille, iki yumruk, bir tekmeyle bile durumu değiştiremediklerinden yakınanlar; hangi meyhanede kaç gece sabahladıklarının hesabını karıştırır oldular.
Ya 200 yıl içinde öpücüklerin uyuşturuculuğu azaldı, ya kadınların öpücüklere karşı bağışıklığı arttı.
Nitekim siyasal alışkanlıklarda dahi, bir öfke patlaması olduğu zaman; durumu yatıştırmak için öpüşle möpüşle yetinilmiyor; çok daha kötü ve dopingli girişimlere geçiliyor.
***
İtalyanlar bıyıksız öpücüğü hardalsız bifteğe benzetiyorlar. Bizdeki erkeklerin bıyıklarına olan düşkünlüğünü kibarca özetlemek için, turizm propagandalarımızda kullanabiliriz bu benzetişi:
"Mavi denizler ve görkemli kubbeler ülkesinde biftekler daima bol hardallıdır."
***
Shakespeare de bir şiirinde:
- Onun öpüşleri, demiş, dünyasından vazgeçmiş bir papaz sakalının dokunuşu kadar arı ve saftı...
Bir genç kız öpücüğünün, deneyden hiç geçmemiş tazeliğiyle ürkek usulluğunu anlatmak için; koskoca Shakespeare'in bula bula, dünyasından vazgeçmiş bir papaz sakalının dokunuşunu bulması, büyük sanatçının bu konuda bir anlatım zorlamasına düştüğünü gösteriyor.
Kendisinin yüzüne, yanaklarına, dudaklarına; gencecik bir kızın öpüşleri yerine, dünyasından vazgeçmiş bir papazın sakalı deyip dursa; ikisinin birbirine hiç de benzetilemeyeceğini daha iyi anlardı.
***
Maeterlinck:
- Ancak öpüşürken söylenebilen şeyler vardır, diyor; ola ki kişinin yüreğindeki en derin, en temiz şeyler, bir öpüşün çağrısını duymadıkça çıkamıyorlar oradan...
Maeterlinck, günlük bir gazetenin yazarı olsa, hapı yutmuştu. Ya yüreğindeki en derin, en temiz şeyleri çıkartacağım, diye; kendisine öpüş ortağı aramaktan, yazıyı çıkartamaz; yahut yazıyı çıkartacağım derken, ortaklığın tadını çıkartamaz; velhasıl kördüğüm olup ne halt edeceğini bilemezdi.
***
Öpüş deyince nedense hemen cinselliğe kayar akıl. Oysa cinselliğin dışında da; ne tumturaklı, ne karmaşık makaslı, ne püskülü kuyruğuna takılmış öpüş türleri vardır... Örneğin yere sağlam bastığı sanılan birinin, tabanının altını öpmek; yahut çöktüğü yerden hiç kalkmayacakmışçasına, oturduğu yere kurulmuş birinin, önce eteğini, sonra elini ve kazara ayağa kalkarsa da, daha başka yerlerini öpmek gibi... Talihsizliğin sillesini yiyince, yüzükoyun kapaklanıp, yeri öpmek gibi...
***
Kimi zar atmadan önce zarları öper; kimi ayağını karaya basınca, toprağı öper; kimi bir müjde mektubunu, kimi inandığı kutsal bir simgeyi, kimi de yeni kavuştuğu bir özgürlüğün ilk içkisini öper...
***
Ve kahvelerde güle eğlene yüksek sesle hiç öpüş yazıları okumamış olanlar; gurbete düştüklerinde mektuba başlarken, büyüklerin ellerini, küçüklerin gözlerini öperler. İçlerinden çok daha fazla özledikleri başka öpüşleri geçirseler de, o kadarıyla yetinmek zorunda kalırlar. Ağırbaşlı olmak yüzünden, sadece selamlar söyler ve sadece selamlar alırlar...

Not: 23 yıl önce yazılmış bir yazı... "Şeytanın Gör Dediği"nden... Cetin Altan

Yallah Tazyik,Kuvvetül Ankara

Cemal Abdülnâsır Devlet Başkanı olunca, Mısır radyosunu dünyanın her tarafından dinlenir duruma getireceğini iddia etmiş ve kısa sürede de bu iddiasını gerçekleştirmişti. Fıkra ya da söylenti bu ya, bir gün Mısır radyosu, o günlerde adını çokça duyuran Ankaragücü’nün maçını naklen vermiş. Ankaragücü’nün o dönemde ünlü bir sloganı da vardı: “Haydi bastır, Ankaragücü.” İşte spiker bu sloganın etkisinde kalarak, dinleyicilerine Arapçasını söylüyormuş: “Yallah tazyik, kuvvetül Ankara.”

DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi’yle gazeteci Ahmat Tulgar’ın yaptığı “DİSK’in renkli sevgi devrimi” başlıklı söyleşisini (Akşam gazetesi, 01.05.2005) okuyunca, önce aldatılmış ya da aldatıldığını sanan yahut da kaderleri aldatılmak olan âşıkların sloganı geldi aklıma: “Mühim olan aşkımız, o da bitti şaşkınız.” Bunu yazıma başlık yapmak istedim, ama sonra gerçekler yerine aşklara bel bağlayanların, örneğin 1999 seçimlerinde nasıl hüsrana uğradıklarını getirdim gözlerimin önüne. Arkasından Ankara’nın her konuda öne çıkmasını düşündüm ve başlığı buldum: “Yallah tazyik, kuvvetül Ankara.”

Mühim olan aşkımız.

Biz sermayeden bağımsız bir örgütüz”, diyen Sayın Çelebi, “İşsizliğe karşı, ‘İşimi, fabrikamı seviyorum’ diyoruz. Daha önce biz fabrikamızı sevmiyor muyduk? Biz o zamanlar da fabrikalarımızı koruyorduk. Ama şimdi bu sevgiyi ifade etmeye daha fazla ihtiyaç duyuyoruz” diyor. Ve ekliyor: “Biz fabrikamızı severken kuru kuruya sevmiyoruz. Daha çok üretim yapılsın diye söylüyoruz.”

Sendikalı işçi sayısının, hatta genel olarak işçi sayısının her geçen gün azaldığı günleri yaşarken Sayın Çelebi, “Sermaye ne istiyor burada? Daha büyümek istiyor, daha çok para kazanmak istiyor. Ama o büyüyünce bizim de istediğimiz oluyor işte: İşsizliğe karşı yeni istihdam oluşmuş oluyor. Bugün bir büyümeden söz ediliyor ekonomide” diyor. Ve tek taraflı aşkın hiçbir işe yaramadığını da belirtiyor hemen arkasından: “Ama bu büyümenin sonucunda bizim ücretlerimizde bir artış oluyor mu? Hayır. İstihdam artıyor mu? Hayır. Biz de bunun mücadelesini veriyoruz” diye ekliyor

AKP’lilerin Başbakan’ının sadece sermaye çevreleriyle ilişki kurduğu, AKP’lilerin Devlet Bakanı Ali Babacan’ın, işsizlik oranının arttığı bir dönemde, “İşsizlik oranı iyileşme alameti,” dediği, emekçilerin mezarda bile emekli olma şanslarının bulunmadığı (Sayın Çelebi, sözleşmelilerin kaç yılda emekli olacağını biliyordur, sanırım) günümüzde, “Platonik aşk”ın sonuçlarının nasıl olacağını bir türlü çözemiyorum.

İstihdam artmıyor, üretim artmıyor, sokaklardaki işsiz sayısı her geçen gün katlanıyor ve buna karşılık ithalat dorukta. Ve çelişkiler rafa kaldırılıyor, unutturulmak isteniyor. Hortumcuların götürdüğü 48 katrilyonun affedilmesini gündeme getirenlerin işbirliği içinde olduğu sermayeyle aşk yapmanın kime yararı olur?

Dün, “MESS’i ezdik, sıra DGM’de” sloganlarının benzerlerini acaba şimdi “Devrimci sendikaları ezdik, sıra tüm emekçilerde,” demez mi birileri...

Korkuyorum, “Mühim olan aşkımız, o da bitti şaşkınız” durumuna düşülecek yakın bir zamanda...

Faşizm kahroldu mu?

Sayın Süleyman Çelebi’nin bir sözüne takıldım, kişisel olarak. Geçmişte DGM’lere, 141. ve 142. maddelere karşı çıkıldığını ve bugün bunların olmadığını söylüyor.

Rahmetli Orhan Apaydın anlatmıştı. 1960 İhtilâli’nden sonra Kurucu Meclis’te, basınla ilgili bir maddenin kaldırılması gündeme gelmiş. Orhan Apaydın, “Aman,” demiş, “Bu maddeyi kaldırtmayın. Çünkü yazara verilen ceza, 6 ay. Bu madde kalkarsa, başka yerlere bağlarlar, ceza daha çok olur.” Kimse dinlememiş ve o madde kalkmış, tabii yerine 141. ve 142. maddeler uygulamaya sokulmuş ve cezalar 7.5 yıldan başlamış... Ve bir süre sonra bir sağcı yazar, “Şu komünistleri 142. maddeden yargılamak onların reklam yapmasına neden oluyor. Para cezası verilsin. Nasıl olsa o zaman batarlar ve susarlar” anlamında bir şeyler yazmıştı. Ve bugün dedikleri oldu, yazarlar para cezalarıyla susturuluyor.

Bunu neden söyledim? Sayın Çelebi, “Geçmişte “Kahrolsun Faşizm’ diyorduk. Bugün ‘Demokrasiyi seviyorum’ diyoruz” demekte. Anladığım kadarıyla Sayın Çelebi, DGM gibi, 141 ve 142 gibi faşizmin de yok olduğunu düşünüyor. Ama bence “faşist provokasyon” tırmanıyor, yine okullar basılıyor, yine pırıl pırıl yurtsever gençlere karşı saldırılar düzenleniyor ve faşizm hayranları gizli gizli değil, açıkça gövde gösterilerine girişiyorlar. “Demokrasiyi sevmek” ya da “Faşizmi gündemden çıkarmak” onları durdurmuyor. Bu benim özel kanım...

Neyse... Sayın Süleyman Çelebi’nin söyleşisindeki takıldığım birkaç bölüme neden karşı çıktığımı yazdım. Kimse kızmasın, alınmasın, gocunmasın. Ama son bir kez daha söyleyeceğim, “İnşallah ilerde, mühim olan aşkımız, o da bitti şaşkınız” durumuna düşülmez...

Bülent Habora

Ara

 

Vesaire

Ç ç Ğ ğ İ ı Ö ö Ş ş Ü ü

»» Türk Harfleri Çevirmeni

»» Bize Ulaşın
»» RSS:Başlıklar

Arşiv

September 2025
Sun
Mon
Tue
Wed
Thu
Fri
Sat
 
 1 
 2 
 3 
 4 
 5 
 6 
 7 
 8 
 9 
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
 
 
 
 
 
 
 

Sıcağı sıcağına

https://static.twoday.net/ yilmaz/images/DX07N_4UMAAC zhh.jpg
https://static.twoday.net/ yilmaz/images/DX07N_4UMAAC zhh.jpg
zehni - 9. Mar, 17:18
von Blogger zu Blogger
Würdest Du mir ein Interview geben? Ich schreibe unter...
ChristopherAG - 5. May, 01:06
Su akıyor ve ben gidiyorum...
Sonra fark ettim ki Su akıyor rüzgar esiyor Yağmur...
zehni - 15. Apr, 13:42
Sana..
Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana Mey süzülmüş...
zehni - 15. Apr, 13:32
Görenlere Aşk ola
Asik olan ummana düser vay vay vay Hayvan gelir insan...
zehni - 25. Dec, 16:15
İnek nasıl kaşınır?..
İNEĞİN köydeki Atatürk büstüne sürünmesi ve büstü devirip...
zehni - 26. May, 20:22
Takvimlerden haberin...
GECELER DÜŞMAN Söz - Beste : Adnan Ergil Takvimlerden...
zehni - 26. May, 20:19
DİNİ YİRMİ KURUŞA SATMAYANLAR
Londra'daki caminin yeni imamı şehre gitmek için hep...
zehni - 10. Apr, 12:48
UPANİŞADLAR
İnsanlığın en eski felsefe eserleri. 4000 yıl önce,...
zehni - 17. Mar, 18:20
YEM BORUSU
Görmüyoruz sanmayın içyüzünü işlerin, O doğru duruşların...
zehni - 14. Mar, 13:02

Users Status

You are not logged in.

Durum

Online for 7641 days
Last update: 15. Jul, 02:00

turkey




Get Firefox!
Get Thunderbird!

CiDDi CiDDi
FUCKUELTE HAYVANI
gayriciddi
KOESHEM
OKUMUSH CHOCUK
SHARKI ve SHIIR
ya$ayarak
Profil
Logout
Subscribe Weblog
development